Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Bizim Çocukluğumuz

Biz yaşamı ıskalamadan büyüyen ve oynamayı bilen çocuklardık. Oyunlarımız vardı, her biri diğerinden daha eğlenceli. Saklambaç, körebe,  yakartop, beştaş, seksek, can, bilye, elim sende... Sokaklarımız dardı ama yürekleri geniş komşularımız vardı. Her şeye inat yaşama sevincimiz doldururdu sokakları. Kimsenin kimseye hava atma, caka satma çabası yoktu. Oyunlar kurulur, her gelen kabul edilir ebe diye isimlendirilirdi.  Dışlamak, oyun dışı kalmak yoktu!. Birlikte olmanın güzelliğini  birebir uygulamalı öğrendik. Hiç bıkmadan uçurtma yarışları yapardık, dar ve kaldırımsız yollarda. Pek uçamazdı uçurtmalarımız, her defasında elektrik direklerine takılıp kalırdı bakışlarımız arasında. Her şeye rağmen uçsuz bucaksız gökyüzü ile buluşturma hayalleri kuran çocuklardık biz. Yaşamak basitti o zamanlar ve olması gerektiği gibiydi. Yazın toz,  kışın kar , bahar da çamur olurdu sokaklarımızda. Balkonları süsleyen sardunyalar ilk baharın habercisiydi. Hiç...

Belki Eylül belkide Kasımdı...

Tam olarak tarihini hatırlayamadığım ama hatıralarım da yer alan bir anı... Güllerin son yapraklarını hüzünle yere bıraktığı, yeşilin sarıya çaldığı, biraz kırgın, biraz bitkin güz ayları... Belki Eylül belkide Kasımdı... Goncasına şahit olduğum, öbek öbek açan, mis kokular saçan o güllerin, her renginin ayrı tonları ve tomurcukları, vazgeçmişti açma sevdasından... Bağbozumu vaktinden daha hüzünlüydü, gül bozumu vakitleri... Kimileri sonbahar deyordu, kimileri güz, ben hüzün mevsimi diyordum! Benim her gün itinayla kuruyan yapraklarını kopardığım güllerin, o gün babam bakımını yapacak sanmıştım. Güllerle ilgilenmeyi çok severdi babam, hatta bana sevdiren de oydu. Babamın işi bittiginde ördüğüm son manzara hiçte tahmin ettiğim gibi değildi, kocaman gül ağacı küçücük bir kaç dal kalmıştı. Hayretimi, halimden  okumuştu babam "korkma ben onları budadım, seneye daha güçlü ve güzel olacaklar " demişti. Öldü güzelim güller dedim, kim  olsa bu kadar budanıp atılma...

Anladım...

"Artık yazmayı bırakmalıyım! Ne değişiyor yazınca, kim okuyup anlıyor seni" diye, düşündüm, ciddi ciddi!.. Bırakmak istediğim sadece yazmakla ilgili değil aslında, elimdeki telefon, çantamdaki cüzdan, aklımdaki sorular,  içimdeki savaşlar... Adım, soyadım belkide burdan başlamalıyım, sosyal medya hesaplarım, numaralarım, hayata dair kaygılarım, tasalarım ve benimle ilgili olan her şey... Saklandığım o kabuktan sıyrılıp, yeni bir ben olarak gelmeliyim! Defalarca düşünüp, hiçbir zaman uygulayamadığım, korkak bir kaplumbağa gibi çekildiğim küçük dünyamı ilk terk etmeliydim! Hayatın getirdigi her şeye kayıtsız, şartsız teslim olmuş, "eyvallah" demekten başka bir şey bilmeyen ben!. Böyle büyük devrimler yaşıyordum içimden... İnsanın yürüdüğü yolu, inandığı doğruyu, gönlündeki kılavuzu değiştirmesi hiç kolay değil biliyordum! Bilmediğim nerden başlamam gerektiğiydi! "Bir kaç dakika göz kulak olur musun?" diye, kendimi kendime emanet edip, bir daha dönm...

Bekleyenlere...

Yazmak istiyorum nereden başlayacağımı bilemediğim halde! Oysa düşünürken ve kızarken ne de çok şey vardı içimde... "'İnsanlar asla söyledikleri kadar meşgul değillerdir. İnsanların öncelikleri vardır ve bazen sıra sana gelmez.'" diyor P. Auster Okudukça beni yaralayan bir sözle başladım, belki de  bu sözle bitirmeliydim onu da bilemiyorum. Aslında, bilmekten daha güzel bilmemek. Açık bir kapı bırakmak, bilinçlenmek isteyen zihnine ya da ikna olmak isteyen yüreğine... Bir şans daha vermek kendine, sevdiklerine... Bilmiyorum ne kadar seviliyorum, seviyorum! Neden vazgeçemiyorum... Mevzu derin olunca boğulma ihtimali daha da artıyor ve hassasiyetlerinde insan istediği gibi kulaç atamıyor. Ne bileyim belki de kendi deryamda yüzecek kadar cesur değilim. Yüzleşmekten korktuğum doğrular, etrafında döndüğüm dünyalar var... Günlerce aramasını beklediğim ve aramadığı için üst üste defalarca aradığım ve hâlâ arayacağım insanlar var. Onlar daha mı az seviyorlar bende...

Rengini söyle bana...

Hayata baktığın pencereden gördüğün rengini söyle bana! Gece karası mı; asil, sade, renklerin en koyusu, kaşı  kara sevdalı misali içine işleyen bir çift göz mü? Yoksa, kâbuslarının siyahı mı? Yolunu bulamadığın karanlıklarda kaybolma korkusu... Hükmü yok, sevdanın olduğu yerde renk arama, sakın incitecek bir söz söyleme benim  "el-esvad"ıma... Rengini göster bana! Gönlünü açtığında gördüğün siretin sûretindeki gül kırmızısı yanaklar mı? Kadifemsi dokusuyla aklını başından alan tomurcukların yaprakları mı?. Yoksa ateş Kızılı mı; alev alev yanan ,yandıkça kor olan bir kırmızı. Yürek alı, kan kızılı mı? Hükmü yok, aşkın olduğu yerde renk arama ve sakın incitecek bir söz söyleme benim "el-ahmar"ıma.. Rengini söyle bana! Her sabah umutlar üzerine doğan Güneşin boyadığı ekin sarısı mı? İçini ısıtan baharın habercisi. Günün aydınlığı, d oğanın canlanma sebebi mi? Yoksa, ruhun Meleğe teslim olmasından önceki sessizliğinde 'benz'ine vuran veda sarısı m...

İçimden yüzlerine karşı sustum...

Hayatta yaptığınız en iyi şeyi sormuyorum size, h ayatta size en iyi gelen şeyi soruyorum. Konuşmak mı, düşünmek mi, yürümek mi , birinin sizi anlaması için olanca enerjinizi tüketmek mi?.. Kek yapmak, karnınız ağrıyana kadar çikolata yemek ya da herşeyi uykuya teslim etmek mi? Ben anlaşılamadığımı anladığımdan bu yana yazıyorum, ya da yazmayı keşfettiğimden bu yana susuyorum. Kendimi konuşarak ifade edemediğim için beni yazmaya iten, tüm sevdiklerime teşekkür ediyorum... Hayatımı hep birilerini mutlu etmek, kimi zaman alkışlanmak,  kimi zaman takdir almak ve sonzamanlar da dua almak için harcadım. Annemin en akıllı, babamın en  itâatkâr k ızı, kardeşlerimin en anlayışlı ablası, evlatlarımın en fedakâr  annesi ve eşimin sessiz, huzur veren eşi olmak için harcadım bütün enerjimi, o ldu mu bilmiyorum. Ama ben olmadım! Ben, ben olamadım! Onların istediğini olma çabasından, ben ne istiyorum diye sormadım, s oramadım!... Olan sadece daha çok susmak ve sabretmekti benim ...

Var mısın, bir senden geçip, bir biz olmaya!..

Mutluluğun çok uzakta olmadığına inancım artıyor. Dokunduğum her dünya, beni daha güzel kılıyor bu aralar... Varlığını hissettiren, var olduğumu hissettiğim yüreklere daha sıkı sarılıyorum. "Yolun başı incitmemek, yolun sonu incinmemektir." sözüne muhatap olmak için can atıyorum. Aldığım ve verdiğim selamlar bir tohum gibi düşüyor gönül toprağıma. Her danede yedi veren güller açıyor, muhabbet saçıyor etrafıma. Selamın güzelliği kelamla devam ediyor. Okuduğum her kitap hissettiğim bir duyguya tercüman oluyor. Altını çizgindiğim cümlelerim, üstünü çizdiklerimden daha fazla artık. Uzaklara dalıyorum ve uzağında olduğum her şey daha yakın oluyor bana, uzansam dokunacak gibi... Yaşadığım her şey için iyi ki yaşadım diyorum, tecrübe edinmenin ve gittikçe yanlışı az olmanın, huzuru ile daldığım yerden vurgun yemeden çıkıyorum. Olan her şeyde hayr arıyorum. Hazırladığım çayımı dostlarımla içmek için, rutinden vakit çalıyorum. Hayatta her şeyi bilmesem de, paylaşarak yaşam...

Yola Yoldaş Gerek

"Samimiyet öyle bir dildir ki; kör de görür, sağır da duyar" diyor Cemil Meriç.  Öyledir samimiyet, tek bakışta,  tek duyuşta ve tek dokunuşta anlaşılır bir dili vardır. Acaba diye düşünmez insan, yanlış anlama ihtimalide yoktur, bilir karşısındakinin niyetini ve samimiyetini... Teslim olmaya giden yolun ilk sapağıdır niyet, diyor ya alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz “ameller niyetlere göredir". Önce Allah rızası için niyet edilir, başka bir ufka yol alır gönül  yelkeni...  Göz alabildiğine deryalar gibidir muhabbetler, sohbetler, kurulan arkadaşlıklar, dostluklar... Bir meltemde kahve içimlik, bir fırtınada sığınıp sohbetinde demlenmelik...  Kimi zaman soğuk kış aylarında yudumlanan salepten daha tatlı gelir tebessümü.  Gözyaşını omuzuna akıttığın da mendile gerek duymadığın, acaba demeden döktüğün içini toparlanacağını bildiğindir. Niyete göre boy verir yüreğe düşen tohum her defasında. Ortak zevkler, dertler, renkler ve daha faz...

Bir varmışın, bir yokmuşu...

Ömrünün bazı geceleri, geçmek bilmeyen uzun saatlerin, olmayacak sabahları gibidir... Çaresizliğini iliklerine kadar hissettiğinde, vazgeçmek isteyip geçemediğinde, nefesinin kesildiginde ve düşünemez hale geldiğinde... Ah o uzun gecelerin ,olmaz zannettiğin  sabahları... Kırılmış ve solmuş yapraklarına inat, dalından kopamayan yaprak misali... Son direnişini  yaşadığın zamanlar. Sonrasındaki geçmişlik, sonbaharın rüzgarına teslim olmuşluk.. Nereye gideceğini bilememe hali. Gitme isteği ağır bastığı halde, gidememe çaresizliği. Çoğalmak yerine, tükenme endişesi. Bilmediğin yollarda el yordamıyla yol alma telaşesi... Dönüm noktaları oldu ve olmaya devam edecek hayatında.. Bir varmış, bir yokmuşun , yokluk evresinde önceki varlık hali... Bazen elinde kalacak tutunduğun dallar, güvendiğin dağlara karlar yağacak... Hep bir bahar yaşayacak değil ya yüreğin, güzlerinde olacak, zemherinde...  Cefaların, cezaların, vedaların olacak vakitsiz. Sonbahara meyledecek...

Ne güzel bir bahçesin sen böyle...

Bir bahçe olduğunu düşün... Her bahar yeniden tomurcuklanan, filizleri hevesle boy veren. Kökleri toprağa sımsıkı sarılan ve elvan çeşit çiçekler açan, misk kokular saçan bir bahçe olduğunu düşün... Bir bahçe olduğunu düşün, sefer tası gibi binaların, taş yığını olmuş duvarların, her geçen gün geliştiğini zannederek genişleyen sokakların, asfaltların, caddelerin ,şehirlerin içinde yaşayanlara can veren... Hayatın ne olduğunu şehir insanına hatırlatan bir bahçe olduğunu düşün.. Yolu düşenin gözünü alamadığı, bakışların hayranlıkla ayrılmak istemediği, her mevsim bir başka güzellikte olan... Sonbaharda yazılan şiire, bestelenen şarkılara konu olmuş, güz güllerinin ev sahibesi olan. Özlemlere, hasretlere, vuslatlara ve ağlayana, mutlu olana, huzur arayana yüreğini açmış bir bahçe... Kasımda ayrılığına inat bir hediye olduğunu düşün, bir öbek hâlinde açmış kasımpatı, sonbahar yağmurlarını ıslattığı... Bir yanda solan çiçeklere inat, bir yanda açan, ekinazyaları, hercai mene...